Uygulamamızı İndirin

Kullanıcı deneyiminizi artırmak için uygulamamızı indirebilirsiniz.

Hemen İndir
YAŞAMI VE BARIŞI SAVUNUYORUZ!

15.12.2025

BASINA VE KAMUOYUNA

İnsan Hakları Haftası vesilesiyle; farklı alanlarda insan hakları, hukuk, demokrasi ve barış mücadelesi yürüten kurumlar, meslek örgütleri ve sivil toplum örgütleri olarak ortak bir çağrıda bulunuyoruz.

Hapishaneler, yalnızca özgürlüğünden yoksun bırakılan bireylerin tutulduğu mekânlar değildir. Aynı zamanda devletin insan onuruyla, toplumsal muhalefetle ve barış iradesiyle kurduğu ilişkinin en çıplak biçimde açığa çıktığı alanlardır. Türkiye hapishaneler tarihi ise ne yazık ki işkence, kötü muamele, sistematik şiddet ve cezasızlık pratikleriyle şekillenmiş karanlık bir hafızaya sahiptir. Bugün hapishanelerde yaşanan hak ihlalleri ile işkence ve kötü muamele uygulamaları; geçmişten kopuk, geçici ya da istisnai değildir. Aksine, tarihsel bir sürekliliğin parçasıdır.

12 Eylül askeri darbesi döneminde Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi’nde vücut bulan işkence rejimi, yalnızca bir döneme ait bir sapma değil; devlet aklının hapishane politikalarında kurumsallaştırdığı yönetim anlayışının en çarpıcı örneklerinden biridir. Burada uygulanan sistematik şiddet; bedeni, dili, kimliği ve iradeyi hedef almış, insan onurunu kırmayı amaçlayan bütünlüklü bir imha politikasına dönüşmüştür.

Aradan geçen onca yıla rağmen bu zihniyetle gerçek bir yüzleşme sağlanmamış; işkence suçları cezasız bırakılmış, failler korunmuş, hakikat ortaya çıkarılmamıştır. Bu cezasızlık pratiği ise işkencenin sona ermesini değil, yalnızca biçim değiştirerek sürmesini beraberinde getirmiştir. Bugün hapishanelerde karşımıza çıkan ağır tecrit uygulamaları, keyfi disiplin cezaları, infaz yakmalar ve hak gaspları; yalnızca bireyi değil, toplumu hedef alan bir yönetim anlayışının parçasıdır. Bu anlayış, demokratik siyaseti, toplumsal muhalefeti ve barış iradesini bastırmayı amaçlamakta; yaşam hakkını ve insan onurunu doğrudan tehdit etmektedir.

Özellikle yüksek güvenlikli hapishaneler ile S, Y ve R tipi hapishaneler; tecritin esas alındığı, sürekli gözetimin dayatıldığı ve sosyal temasın neredeyse tamamen ortadan kaldırıldığı modern işkence mekânları haline getirilmiştir. Bu hapishaneler yalnızca mahpusları değil; toplumu, demokratik siyaseti ve barış umudunu hedef alan bir tecrit politikasının somutlaştığı alanlardır. Tecrit, yalnızca fiziksel bir izolasyon değildir; zihinsel, sosyal ve moral çökertmeyi hedefleyen çok boyutlu bir yok etme stratejisidir.

Tam da bu nedenle, 27 Şubat itibariyle başlayan barış ve demokratik toplum sürecine ilişkin değerlendirme yapılırken, hapishane rejimi ve özgürlük koşulları ayrı düşünülemez. 27 Şubat itibariyle kamuoyuna yansıyan ve barış ile demokratik toplum perspektifini esas alan sürecin ilerleyebilmesi, diyalog ve müzakere kanallarının fiilen açık olmasına bağlıdır. Bu sürecin en önemli muhataplarından biri olan Sayın Abdullah Öcalan’ın, uzun süredir özgürlükten ve etkili iletişimden yoksun bırakılması; insan onuruna dayalı yaşam haklarının ağır ihlali niteliğindedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarıyla güvence altına alınan umut hakkı, yalnızca bireysel bir hak değil; barışçıl çözüm ve demokratik toplumun inşası açısından da temel bir güvencedir. Umut hakkının yok sayılması, toplumun barış ve gelecek hakkının da inkârı anlamına gelmektedir.

Bir kez daha vurguluyoruz: İşkence münferit değildir. Kötü muamele istisna değildir. Bunlar, belirli kişi ya da dönemlere özgü uygulamalar değil; yapısal ve sistematik bir politikanın sonucudur. Hapishaneler, bugün yalnızca mahpusları değil; toplumu, demokratik siyaseti ve barış ihtimalini hedef alan bir baskı alanına dönüştürülmüştür.

Bu tablo, bizlere açık ve ertelenemez bir sorumluluk yüklemektedir. Barış ve demokratik çözüm, ancak hakikatle yüzleşme ve adaletin tesisiyle mümkündür. İşkenceyle, inkârla ve cezasızlıkla örülmüş bir geçmişin üzeri örtülerek demokratik bir gelecek kurulamaz. Hakikat ortaya çıkarılmadan, sorumlular hesap vermeden ve mağdurların adalet talebi karşılanmadan toplumsal barış sağlanamaz.

Bu nedenle hakikat ve yüzleşme, bir tercih değil; demokratik bir toplumun zorunlu koşuludur. Hapishaneler, geçmişle hesaplaşmanın ve “bir daha asla” demenin en somut alanlarıdır. İşkencenin mutlak yasak olduğu; hiçbir gerekçe, istisna ya da güvenlik söylemiyle meşrulaştırılamayacağı unutulmamalıdır.

İnsan Hakları Haftası’nda, imzası bulunan kurumlar olarak ortak taleplerimizi kamuoyuyla paylaşıyoruz:

Umut hakkı, barışçıl çözüm ve demokratik toplumun inşasının hukuki güvencelerinden biri olarak tanınmalı; süresiz ve mutlak özgürlük kısıtlamalarına dayalı infaz uygulamalarına son verilmelidir.

Hapishanelerde işkence ve kötü muameleye yol açan tüm uygulamalar derhal sona erdirilmelidir.

Tecrit uygulamaları kaldırılmalı; insan onurunu esas alan, şeffaf ve demokratik bir infaz rejimi tesis edilmelidir.

İşkence suçlarına ilişkin cezasızlık politikasına son verilmelidir.

Geçmişten bugüne hapishanelerde yaşanan ihlallere ilişkin hakikat ve yüzleşme mekanizmaları oluşturulmalı; toplumsal hafıza ve adalet birlikte inşa edilmelidir.

Hapishaneler, barış ve demokratik çözüm sürecinin önünde bir engel olmaktan çıkarılmalıdır.
 

İşkenceyle yüzleşmeden demokrasi kurulamaz. Hakikat olmadan barış inşa edilemez. Yaşamı ve insan onurunu esas alan bir gelecek, ancak bu karanlık mirasla hesaplaşmakla mümkündür.

İnsan Hakları Haftası’nda bir kez daha ilan ediyoruz:

Yaşamı, insan onurunu ve barışı savunmakta ısrarcıyız. Hapishanelerde sürdürülen inkâr, tecrit ve şiddet politikalarına karşı; hakikati, adaleti ve demokratik çözümü savunmaya devam edeceğiz.

YAŞAMI VE BARIŞI SAVUNUYORUZ!