Uygulamamızı İndirin

Kullanıcı deneyiminizi artırmak için uygulamamızı indirebilirsiniz.

Hemen İndir
BARO BAŞKANIMIZIN SAVUNMASIDIR?

20.10.2015

BARO BAŞKANIMIZIN SAVUNMASIDIR…

 

 

Soruşturma No : 2015/98050 Soruşturma

 

S O R G U L A M A   T U T A N A Ğ I

(Şüpheli İçin)

 

Adı ve Soyadı                        : TAHİR ELÇİ

Vekil                                    : Av.MEHMET EMİN AKTAR, Av. ERCAN KANAR, Av.AHMET SEVİM

Baba ve Ana Adı                    : BAHATTİN - ASYA

Nüfusa Kayıtlı Olduğu Yer       : CİZRE / ŞIRNAK

Mesleği, Ekonomik Durumu    : Avukat

Medeni Hali, Çocuk Sayısı       : Evli-2 Çocuk

İfadenin Alındığı Yer     : Başsavcı Vekili İdris KURT Makam Odası.

İfade verene yüklenen suç anlatıldı, müdafi seçme hakkının bulunduğu ve onun hukuki yardımından yararlanabileceği, müdafiin ifade alma sırasında hazır bulunabileceği, müdafi seçecek durumda değilse ve bir müdafi yardımından yararlanmak istediği takdirde kendisine baro tarafından bir müdafi görevlendirebileceği, yakınlarından istediğine yakalandığının derhal bildirileceği, isnat edilen suç hakkında açıklamada bulunmamasının kanuni hakkı olduğu, şüpheden kurtulması için somut delillerinin toplanmasını isteyebileceği kendisine hatırlatılıp açıklandı.

İfade veren yasal haklarını anladığı, savunmasını talebi üzerine rızai müdafi olarak belirlediği Batman Barosu Avukatlarından Ahmet SEVİM, İstanbul Barosu Avukatlarından Ercan KANAR, Diyarbakır Barosu Avukatlarından Mehmet Emin AKTAR aracılığı ile yapacağını beyan eden Şüpheliden vekili  huzurunda savunma ve delilleri soruldu;

SORULDU           : Ben Diyarbakır Baro Başkanı olarak görev yaparım. Yukarıdaki kimlik bilgileri doğrudur. Savunmamı şu an da huzurda bulunan Müdafilerim ile birlikte yapacağım dedi.

DEVAMLA           : Öncelikle şunu belirtmem gerekirki idari olarak Cumhuriyet Savcıları her ne kadar Adalet Bakanlığına bağlı olsalar da soruşturma açısından bağımsız hareket etmek zorundadır.

Çünkü tüm kamu haklarını korumak durumundadır. Ben bu soruşturmanın bağımsız olarak başlamadığını Ankara'dan Hükümet Üyeleri tarafından verilen talimat üzerine başlatıldığını düşünüyorum.

Bana zaten ilk sorunuzla herkes tarafından terör örgütü olarak kabul edilen bir yapıya neden terör örgütü demediğimin sorulmasından ön yargılı davrandığınızı veya ön yargılı olduğunuzu düşünüyorum. Ayrıca benim yüzümü dahi görmeden ve ifademi almadan hakkımda yakalama kararı talep etmiş olmanızda ve bu yakalama kararına ilişkin talebinizde hakime gerçeğe aykırı bilgi sunarak talepte bulunmanızda talimatla hareket ettiğinizi düşündürüyor. Çünkü mahkeme kararında benim hareketli olduğum ve adresimde sabit bulunmadığım gerekçesi, hakkımda yakalama kararı çıkarılmasına gerekçe kılınmış. Bu bilgi gerçek dışıdır. Hakkımda cuma günü soruşturma başlatıldığını basından duymuş olmama rağmen Diyarbakır şehir merkezini ve adresimi terk etmeyerek dün yani haftanın ilk iş günü gün boyunca Adliye'deki baroya tesis edilen oda da ifademe davet edilmemi beklerken, böyle bir davet almamış, mesai saati bitiminde hakkımda yakalama kararı çıkarıldığını yine medyadan öğrenmiş bulunmaktayım. Bu kararı duymam üzerine ilk iş olarak Diyarbakır Başsavcını aradım ve kararın infazı için baro başkanlığında beklediğimi kendisine bildirdim.

Öncelikle bu konuşma çok katılımcılı bir tartışma programı sırasında sarf edilen bazı sözlerimden hareketle başlatılmıştır. Soruşturmaya konulan sözlerin, ultra milliyetçi bir siyasi parti temsilcisi ile yaptığım bir tartışma sırasında sarf edilmiştir. Bu yayından sonra özellikle hükümete yakın bazı yayın organları beni tahkir ve tehdit edecek şekilde bir kampanya başlatmışlardır.
Buna paralel biçimde belirli bir merkezden yönlendirildiği açık olan yoğun bir linç kampanyası başlatılmıştır. Bazı histerik gruplar ölüm biçimimi bile ayrıntılı biçimde yazarak sosyal medya üzerinden beni tehdit etmiş, ayrıca baro telefonlarımız aranarak sözlü olarak da tehdit edilmiş durumdayım. Savcılık makamının ve hakkımda karar veren hakimliğin bu linç kampanyasında saf tuttuğunu düşünüyorum. Ayrıca seçim arifesinde hükümet teröre karşı mücadelede ne kadar şiddetli ve hiddetli olduğunu toplumun bir kesimine göstererek seçim malzemesi yapmıştır. Zaten hükümet yetkililerinden Yalçın AKDOĞAN'da bu kanaatimi doğrulayan bir takım açıklamalarda bulunmuştur. Bir savunma örgütünün, bir baro başkanının, bir televizyon programı sırasında sarf ettiği sözler nedeniyle hemen hakkında ceza soruşturmasının başlatılarak hakkında yakalama yoluna gidilmesi ve üstelik alt sınırı bir yıl olan bir suç nedeniyle beyanı bile alınmadan hakkında yakalama kararı çıkarılması, Türkiye'de demokratik özgürlüklerin, ifade özgürlüğünün ve tutuklama hukuku bakımından yargının bu tutumu hazin bir tablo oluşturmaktadır. Başında bulunduğum hukuk örgütü Türkiye'de öteden beri mesleki sorunların dışında hukuk, insan hakları ve toplumsal meselelere iliştin çeşitli çalışmalar yapmakta, raporlar hazırlamakta, fikir ve tavsiyelerde bulunmakta, bu faaliyet ve kimliği ile toplumda en çok bilinen, ismi duyulan en etkili meslek örgütlerinden biridir. Ben de başkanı olduğum bu kurumun üç yıldan bu yana bir çok çalışmasına ön ayak oldum. Son üç yıldır süren barış ve çözüm süreci diğer bir ifade ile bu meselenin silahların devreden çıkarılması ve demokratik yollarla yoğun bir çalışma yürüttük, hükümetin bu konudaki çalışmalarına tereddütsüz destek sunduk. Diyarbakır ve bölgedeki birçok sivil toplum kuruluşuna öncülük ederek, barışçıl yolla çözümü için katkı sunmaya çalıştık. Bu çalışma ve çabalarımızı bizzat sayın Başbakan ve Hükümet üyeleri yakından bilmektedir. Müteaddit kereler Başbakan ve Bakanlarla bizzat yüz yüze görüşerek görüş ve önerilerimizi sunduk. Son üç aydır özellikle silahların yeniden devreye girdiği bu dönemde bu silahlı sürece şahsım ve baro olarak net bir tutum aldık. Bu silahlı sürecin Türkiye toplumunun hiçbir kesimine yararının bulunmadığını defalarca çağrılarda bulunarak sona erdirilmesi talebinde bulunduk. Silahların yeniden devreye girmesinde  hem örgütün hem de hükümetin sorumluluğunun bulunduğunu ifade ettik. Yine bu son üç ay içerisinde özellikle şehir merkezlerinde, sivil insanların yaşadığı alanlarda, hendek ve barikatlar oluşturarak çatışmalara yol açan uygulamaları açıkça eleştirdik. Bu hususları üstelik yazılı bir şekilde de hem kamu oyuna ifade ettik, hem de raporlarımızda vurguladık. En son Cizre'de sekiz günlük sokağa çıkma yasağında 52 sayfalık rapor haline getirdik ve kamuoyuna sunduk. Bu raporumuzun sonuç ve öneriler kısmında silahlı örgütün şehir merkezlerindeki hendek ve barikat oluşturma, mayın döşeme ve güvenlik görevlileri ile sivil alanda çatışmaya girmesine karşı çıktık ve eleştirdik. Bu uygulamaların operasyona gerek kalmadan, çatışmaya mahal vermeden, toplumun farklı kesimlerinin devreye girerek çözüm bulunması talebinde bulunduk. Bütün bu uygulamalara karşı tek net tutumu başında bulunduğum meslek örgütü göstermiştir. Bununda ne kadar büyük bir risk almayı gerektiğini ifade etmek istiyorum. Ayrıca ben şahsen de önemli bir meslek kuruluşunun başkanlığını yapan, 30 yıldır süren, elli bin insanımızın yaşamına mal olan çok ağır toplumsal tahribatlara yol açan, bu meselenin çözümü üzerine yoğunlaşan, düşünen, fikir üreten, tavsiye ve eleştirilerde bulunan bir hukukçuyum. Bizim gibi sivil aktörlerin bütün bu çabaları içerisinde, bir televizyon kanalındaki sarf ettiği bir ifade nedeniyle hemen hakkında ceza soruşturması başlatılarak, yakalama yoluna gidilmesi bu meselenin barışçıl yollarla çözülmesine çok büyük bir darbe oluşturmaktadır. Ben anayasada ve uluslararası sözleşmelerce de garanti altına alınan ifade özgürlüğümü kullandım. Bu hakkımı kullanırken resmi görüşün veya ultra milliyetçi bir siyasi partinin mesele ve olguları ifade ve tanımlama biçimine uymak zorunda değilim. Bu ifade ve tanımlama biçimim iktidarı ve toplumun bazı kesimlerini rahatsız edebilir. Hatta sarsabilir. Zaten ifade özgürlüğü bunun için vardır. Ben bu derece ağır bir meselenin merkezinde yaşayan ve çok önemli bir meslek örgütünün başında olan bir sivil olarak, kendimi özgürce ifade edemeyeceksem resmi ve belli bir siyasi anlayıştan farklı bir görüş veya yorum ifade edemeyeceksem bu kadar tarihi ve toplumsal meseleyi nasıl çözeceğiz. Soruşturma konusuna gelince söz konusu programa katılmam için program moderatörlerinden davet aldım. Bana tartışma konusunun Ankara da yaşanan ve yüzü aşkın insanımızın yaşamına mal olan bombalama nedeniyle başbakanın yaptığı bir açıklamaya ilişkin olacağı söylendi. 18 kişilik IŞID üyesi canlı bomba listesinin ellerinde olduğunu ancak hukuk devleti olmamız nedeniyle bunlar hakkında yakalama yapılamadığını söylemesi üzerine görüşlerimizi sunacaktık. Ben bu çerçevede kendimi hazırlayıp bu programa gittim. Televizyon binasına vardığımda Ankara'daki bombalama eylemine ilişkin yayın yasağının getirildiğini, bu nedenle meselenin içeriğini konuşamayacağımızı, dolayısıyla daha çok yayın yasağını ve meselenin genel yönlerini tartışabileceğimiz söylendi. Ben program başında yayın yasağının hukuksal bir analizini yaptım. Diğer konuklarda aşağı yukarı bu yönüyle meseleye girdiler. Ancak MHP'li bir milletvekilinin tamamen konu dışına çıkarak hemen terör ve terör örgütü gibi kavramları yoğun bir biçimde kullanarak ve özellikle anayasa ve siyasi partiler yasasına göre halen faaliyetlerini yürütün son seçimlerde altı milyonu geçer oy almış ve seksen milletvekili ile parlementoda yer almış HDP'yi  top yekün bir terör örgütü olarak sundu. Bunların ne kadar oy alırsa alsın muhatap alınamayacağını, kendileri ile konuşulamayacağını ve suçlu olduklarını söyledi. Bu şekilde programın asıl konusunda saptırarak başka konulara sürükledi. Modaretörde konunun aslında sapmasına müsama gösterdi. Benim dışımda başka konuşmacılarda bu milletvekilinin tutumuna sert bir şekilde tepki gösterdi. Ben de bu milletvekilinin yaptığı değerlendirmeye ilişkin söz almak istedim önce bana söz verilmedi ancak konuşmaların seyri esnasında bende söze girmek zorunda kaldım. Ancak aynı milletvekili toplumun belli bir kesimini suçlu göstererek bana yönelik sert tutumunu devam ettirdi. Bunun üzerine ben soruşturmaya konu olan sözleri sarf ettim. Ben bu sözlerin arkasındayım ve doğru olduğuna inanıyorum. Öncelikle şunu belirtmem gerekir ki dünyadaki en yüksek çatı kurumu olan birleşmiş milletlerin teröre ilişkin üzerinde anlaştığı bir tanım yoktur. Ayrıca Birleşmiş Milletlerin bir organı olan güvenlik konseyinin veya diğer organlarının terör örgütü listesi yoktur. ABD ve Avrupa Birliğinde de yakın zamana kadar bir terör listesi yoktu. ABD 11 Eylül'den sonra dünyada silah kullanan hükümet dışı tüm örgütlere toptan bir listeleme yapmış, Avrupa Birliği Ülkeleri de bu tarihten çok sonraları listelemeye başlamıştır. Avrupa Birliğince Pekeke'nin çatışmaların en yoğun yaşandığı ve kırk bin insanın hayatını kaybettiği dönemde bile terör örgütü listesi tanımlama yoluna gitmemiş ancak ilginç şekilde silahlı örgütün 2000 yılında silahı bıraktığını, daha doğrusu eylemlere son verildiğini ilan ettikten sonra sınıflama yoluna gitmiştir. Bu terör örgütü listesi tamamen formaliteden ibarettir. Nitekim biri Irak Cumhurbaşkanlığı yapmış, diğeri bölgesel hükümetin başkanlığını yapmış Barzani ve Talabani de bir zamanlar böyle bir liste de yer aldıkları halde Türkiye Cumhuriyeti pasaportlarıyla AB ve ABD başkentlerinde resmi bir şekilde karşılanmışlardır. Ve bu iki terör örgütü denilen partilerin neredeyse tüm dünya başkentlerinde bir taraftan terör örgütü nitelemesi yapılırken diğer taraftan temsilcilik açılmasına müsade edilmiştir. Öte yandan halen birleşmiş milletlerde üye olmayan devlet enstitüsü Filistinin kurucu örgütü olan FKÖ ve Kosova kurtuluş ordusu olan UÇK da bir dönem bir çok ülke tarafından terör örgütü olarak kabul edilmiştir. Yine Güney Afrika Cumhuriyetindeki Afrika Ulusal Kongresi isimli yapı da terörist olarak kabul edilmiştir. Ama daha sonra bu örgütün başındaki Mandela devlet başkanı oldu. Gerek yetkililer tarafından gerek soruşturma savcısı olarak sizin tarafınızdan bütün dünyanın terör örgütü olarak tanımladığı bir örgütü neden terör örgütü olarak kabul etmiyorsunuz sorusuna ilişkin olarak; terör örgütü dediğiniz bu yapı ile ABD hükümeti son bir ay içerisinde bir çok kez Türkiye Cumhuriyeti Hükümetine çağrıda bulunarak diyalog ve müzakereye dönülmesini istemiştir. ABD'nin kastettiği bu diyalog ve müzakerenin kiminle yapılacağından herhalde kimsenin kuşkusu yoktur. Kastedilenin terör örgütü denilen yapı olduğu açıktır. Avrupa Birliği yetkilileri de çeşitli defalar aynı çağrıda bulunmuşlardır. İki gün önce Ülkemizi ziyaret eden Almanya Başbakanı da Kürtlerle tekrar barışma ve diyaloğa dönülmesini söylemiştir. Hükümetin tek tek kürt yurttaşlarıyla sorunu olmadığına göre Almanya Başbakanının kastettiği açıktır. Öte yandan Filistin örgütlerinden HAMAS, ABD ve Avrupa Birliği tarafından terör örütü olarak kabul edilmekte ve terör listesinde yer almaktadır. Ancak Türkiye Cumhuriyeti hükümeti HAMAS'ı terör örgütü olarak kabul etmek bir yana bu örgütün lideri Halit MEŞALİ Türkiye de resmi olarak ağırlamakta ve kendisine devlet başkanı protolü uygulamaktadır. Daha da önemlisi hali hazırdaki başbakanımız Sayın Davutoğlu bütün dünyanın barbar ve vahşet örgütü olarak kabul ettiği İŞİD'i terör örgütü olarak görmediğini ifade etmiştir. Bütün bunlarla şunu ifade etmeye çalışıyorum terör örgütü tanımlaması ve listesi uluslararası ilişkilerde bir formalite niteliğindedir.. Ve bugüne kadar bu şekilde nitelendirilen tüm örgütler ile resmi olarak ilişki kurulmuştur. Nitekim BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi olan Rusya'nın Ankara Büyükelçisi iki gün önce Pekeke'yi bir terör örgütü olarak görmediğini ifade etmiştir. Ben şahsen pekeke/ KCK                'yi bir bütün olarak terör örgütü kavramı içinde tanımlanamayacağını, bu örgütün ortaya çıkış şartları, tarihsel nedenler, 30 yıl istikrarlı bir şekilde yürüttüğü silahlı çatışma potansiyeli, kırk bin militanını silahlı çatışmada kaybetmiş olmasına rağmen, halen on beş yirmi bin silahlı militanı bünyesinde barındıran, Türkiye ve dünya da düzenli örgütlenmesi olan kürt toplumununda bir dizi siyasal, kültürel ve sosyal taleplerinin de savuncusu olduğunu söyleyen ve kürt toplumu arasında çok önemli bir desteğe sahip olan bu örgütün bir terör örgütü kapsamı içerisinde tanımlanamayacağını düşünüyorum. Nitekim sayın Cumhurbaşkanı ve Başbakan sürekli olarak HDP'yi terör örgütünün siyasi bir uzantısı olarak tanımlamakta ve siyasi temsilcisi olarak suçlamaktadır. 7 Haziran seçimlerinde bu parti ülke genelinde altı buçuk milyon oy almış, doğu ve güneydoğu illerinin çok büyük bir kısmında yüzde sekseni aşan halk desteği almıştır. Bu kadar büyük bir toplumsal desteği  sahip olan bir yapıyı terör örgütü olarak nitelemenin mümkün olmadığı açıktır. Dünyanın hiç bir yerinde bir terör örgütünün dolaylı bir biçimde bile olsa seçimlere girdiği, dil ve kültürel taleplerde bulunduğu, anayasal önerilere ilişkin paketler sunduğu görülmemiştir. Nitekim bu yönü nedeniyle de toplumsal desteği ve bu niteliği ile terör örgütü niteliğini aşan bir yapıda olması itibariyle bu örgütün cezaevindeki hükümlü lideriyle bir diyalog ve müzakere süreci başlatılmış. Devletin bir numaralı bürokratı dahil olmak üzere kendisi ile üç yıl boyunca müzakereler yürütmüşler. Bu süreç sonunda hükümetin de onayladığı on maddelik bir çerçeve metin oluşturulmuş ve başbakanın resmi ofisi olan Dolmabahçe Sarayı'nda üç bakanın katılımıyla kamu oyuna deklare edilmiştir. Öcalan örgütüne çağrıda bulanarak kongresini resmi olarak toplamasını ve Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı silahları tamamen devreden çıkarmasını, silahlı mücadaleye son verilerek siyasi mücadeleye geçilmesi talimatını vermiştir. Toplumumuzun en ağır meselesini bu şekilde demokratik yollarla çözümü şans ve fırsatı ortaya çıkmışken her nasıl olmuşsa bu süreç bozulmuştur. Bütün bu yaşananlar hükümetinde klasik bir yaklaşımla terör örgütü olarak görmediğini tevvil yollu olarak ortaya koymuştur. Nitekim Sayın Cumhurbaşkanı bir süre önce diyalog ve müzakerenin yeniden başlayabileceğini beyan etmiştir. MHP başta olmak üzere bazı siyasi çevreler terör ve terör örgütü kavramı üzerinden siyaset yaparak, buradan kendilerini yaşatarak nemalanmaya ve siyasi rant elde etmeye çalışmaktadırlar. Neredeyse kamuoyu önünde yapılan bütün tartışmalarda bazı siyasetçiler veya kişiler tartışmayı bu noktaya getirerek problemlerin sağlıklı bir şekilde çözülmesinin önünde bariyer olarak çalışmaktadır. Ben şahsi olarak düşman, işgalci ordu veya terör ve terör örgütü gibi kavramlarla bu meselelerin çözülemeyeceğini, bu kavramlaştırma ve ifade biçiminin sorunu dahada derinleştirdiğini düşünüyorum. Zira aynı programda örgütün terör niteliğinde eylemlerinin altını çizmekle birlikte, asla bunları tasvip etmemekle birlikte, teknik ve kavramsal olarak terör örgütü nitelemesinin yanlış olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle bu ifadeyi kullandım. Bunu sadece bir tespit amacıyla yaptım yoksa örgütün propagandasını yapmak gibi bir gayet yoktur. Aksine MHP milletvekili olan konuşmacı bu programda seçim kampanyası dönemi olması nedeniyle de yoğun bir acıtasyon ve propaganda söylemi oluşturmuştur. Ben insan yaşamına yönelen her türlü eyleme karşıyım. Kime yönelik olursa olsun asker, polis veya diğer güvenlik görevlisi farketmez. Ancak sivillere yönelik olan eylemleri ise nereden gelirse gelsin kesin bir dille karşı tutum alıyoruz. Bu bağlamda devletinde geçmişten günümüze kadar insan haklarının ağır ihlalini oluşturan, eylemin niteliği itibariyle terör eylemi olarak kabul edilebilecek. Birçok olay olmuştur. Öeğin ulusal ve uluslararası makamlar önünde kendilerini temsil ettiğim, Şıak'ın Kuşkonar ve Koçağılı Köylerine yönelik savaş uçaklarımız tarafından 1994 yılında hedef gösterilerek  yoğun bir bombalama eylemi yapılmış. Tamamı çocuk, kadın ve yaşlı olamak üzere kırkı aşkın sivil ve masum insan hayatını kaybetmiştir. Devletin Jandarma İstihbarat örgütü olan JİTEM masum sivil yurttaşı evlerinden, sokaklarından veya arama noktasından alarak kısa yoldan, yargısız olarak infaz etmiştir. Yine devletin resmi görevlileri tarafından binlerce köy yakılarak boşaltılmıştır. Silahlı örgütün Güvenlik Görevlilerine yönelik  eylemlerine misilleme olarak kendileri hakkında örgüte yardım ettiğinden kuşkulanılan, yüzlerce masum köylüyü devletin resmi görevlileri tarafından alınarak kurşuna dizilmiştir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yukarıda belirttiğim iki köy ile ilgili benzer ve diğerleri/Türkiye kararında Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin insancıl ve çatışma hukuku olarak bilinen Cenevre Sözleşmesi hükümlerini ihlal ettiğini saptamıştır. Son üç ay içerisinde biz baro olarak hem güvenlik görevlilerin yürüteceği operasyonlarda, hem de yasa dışı örgütün sivil yerleşim alanlarda yürüttüğü eylemler nedeniyle insancıl hukuk ilkelerinin ihlal etmemeleri yönünde çağrıda bulunduk. Bu çerçevede Hava Kuvvetleri'nin Kuzey Irak'ta bir köyü bombalamasını, silahlı militanların da trafik polisleri gibi güvenlik görevlisi de olsa silahsız operasyonel görevlerde olmayan görevlilere karşı eylemlerinin insancı hukuk ilkelerini ihlal ettiğini belirttik. Sonuç itibari ile ben Türkiye de türk., kürt ve tüm toplumsal kesimlerinin birlikte ve barışçıl bir şekilde yaşamalarının kaçınılmaz olduğu, kürt ve türk toplumunun bu yönde güçlü bir iradeye sahip olduğunun, bu birlikte yaşama zeminine zarar veren türlü eylem ve uygulamadan kaçınılması gerektiğini düşünüyorum. Son üç aydaki yazılı belgelerimiz bile incelendiğinde nereden kaynaklanırsa kaynaklansın şiddete ve silahlı çözüm yöntemine karşı ne kadar net tutum aldığınızı herkes görecektir. Ne şu ya da bu kesime yakın durmak için yapmıyoruz. Tamamen Türkiye toplumunun tümüne karşı vicdani ve ahlaki sorumluluğumuzun bir gereği olarak yapıyoruz. Ben bir suç işlemedim, sarf ettiğim sözler suç oluşturmaz. Ben resmi ve başka siyasi kesimlerin görüş ve tanımlamalarını kabul etmiyorum. Bir bütün olarak pekeke'nin böyle bir tanımlamaya oturtulamayacağını düşünüyorum.

 Müşteki beyanı, tutanaklar okundu soruldu; beyanıma aykırı olan hususları kabul etmiyorum dedi.

ŞÜPHELİ MÜDAFİİNDEN SORULDU        : Av. Mehmet Emin AKTAR söz aldı. Ben yukarıda avukat olan meslektaşımın tüm söylediklerine katılıyorum. Öncelikle kastının suç işlemek olmadığı, neyi

kastettiğini detaylı olarak anlattı. 15.10.2015 tarihli yayından sonra Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı Basın Bürosu 16.10.2015 tarihli olarak 2015/98050 soruşturma numarası ile gazetelerde çıkan haberleri esas alarak soruşturma başlatmış. Tutup konunun terör örgütünü yürütmekle görevli terör suçları bürosuna gönderilmiş. Yine bizzat sizin imzanızla aynı gün bu dosyanın Terör Suçları Bürosu Savcısı Ahmet DEMİRHÜYÜK'e tevzi edildiği, bu tevziden sonra Cumhuriyet Başsavcı Vekili olarak sizin bizzat imzanız ile bu televizyon programını izlediğiniz anlaşılmakta. Bundan önce Cumhuriyet Savcısına aynı konuda diğer dosyayı tevzi etmiş olmanıza rağmen, aynı gün bu tutanağı 2015/98227 soruşturma numarası ile kayıt yapıldığı. Bu dosyaların aynı gün 2015/98050 soruşturma numarası ile birleştirildiği ve Ahmet DEMİRHÜYÜK'e teslim edildiği, Cumhuriyet Savcısı     Ahmet DEMİRHÜYÜK'ün aynı gün iki yazı yazdığı, yazılardan birinin Diyarbakır  Cumhuriyet Başsavcılığı'na, diğerininde RTÜK'e yazıldığı, RTÜK'ten yayın kasetinin istenildiği, Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı'ndan konuşmaya ilişkin savunma beyanlarının alınması için talimat yazıldığı anlaşılmaktadır. Anlaşılmayan bir biçimde cuma günü bu işlemler olurken pazartesi günü Ahmet DEMİRHÜYÜK'te olan dosyanın Cumhuriyet Başsavcı Vekiline tevdi edildiği, aynı gün sizin tarafınızdan yapılan diğer işlem Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı'na yazılan yazınını geri istenildiği, yazılan bu yazının içeriğinde baro başkanı ve avukat olması nedeniyle bizzat Cumhuriyet Savcısı tarafından alınması gerektiği gerekçesi belirtilmiştir. Ve akabinde kimliği, yeri belli olan şüpheli hakkında yakalama istenmiştir. Eğer telefon ile çağrılsaydı baro başkanı gelirdi. Bizim burda gördügümüz şey cuma dan pazartesiye dışarıdan bir müdahale olmuştur. Zaten dün akşam Başbakan Yardımcısı ve bugün Adalet Bakanının açıklaması bize bu durumu göstermektedir. . Yüz yüze'lik ilkesi yargılama faaliyeti yürüten yargı merci için geçerlidir. Talimat yazmanız suretiyle bulunduğu yerdeki savcıda da ifade verebilirdi. Cuma günü yazılan talimattan vazgeçilmiş olması, haftasonu bu soruşturmaya açık bir müdahalenin yapıldığını ve bu müdahalenin siyasi iktidar tarafından yapıldığını göstermektedir. Elbetteki bir kişi hakkında yakalama kararı istenebilir ve yakalama kararı verilebilir. Ancak yeri, adresi, kimliği, ne iş yaptığı belli olan, kimliği kamu oyu tarafından iyi bilinen bir kişi hakkında hiçbir soruşturma işlemine girişmeksizin, gizlendiği veya soruşturmayı akamete uğratacağı şeklinde bir gerekçeyle yakalama kararı verilmesini, yargı mensubunun fikirlerine katılmadığı, kendisi gibi düşünmediği kişilerin onurunu kırma amacıyla yapıldığını düşünüyorum. Bu açık bir şekilde görevi kötüye kullanmadır. 94. Maddeye ilişkin bir yakalama kararı olmasına rağmen ve 94. Maddede böyle bir yasal zorunluluk olmamasına rağmen kişinin segbis aracılığı ile 24 saat içinde ifadesi alınacaksa, Cumhuriyet Savcısının tutuklama talebinin ilgili Sulh Ceza hakimliğince alınması için karar alınmış. Hem gerekçesinde hem de vardığı sonuç itibariyle tamamen hukuka aykırı bir karar ile karşı karşıyayız. Biz bu hukuksuzluğun giderilmesini ve meslektaşımın burada serbest bırakılmasını talep ediyorum.

Av. Ercan KANAR: Öncelikle müdafi meslektaşımın beyanına ve şüpheli olan meslektaşımın beyanına katılıyorum. Başkanımın toplumun haritasını çizen savunmasına katılıyorum. Ben kısaca bazı anektodlar sunacağım. Ben 35 yıllık hukukçu ve hukuk dersi veren biri olarak bu soruşturma beni şaşırtmıştır. 90 lı yıllarda 25 kadar avukat meslektaşımız gözaltına alında ve işkence yapıldı fakat bugüne kadar baro başkanlarına böyle bir uygulama yapılmadı. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bu üçüncü uygulamadır. 1920 yılında İstanbul Baro Başkanına ve 12 Eylül 1980 tarihinde de İstanbul Baro Başkanı Orhan APAYDIN'a üçünçü olarak da Tahir ELÇİ'dir. Öncelikle hakimlik ve savcılık kararlarının gerçeği yansıtması gerekmektedir.. Karar da saklanıldğı ve arandığı halde bulunamadığı gerekçeleri bulunmaktadır. Kararlar hayali yazılmamalı, gerçeği yansıtmalıdır.. Gerek yakalama talebi gerekse yakalama kararının CMK'nun 90 ve müteakip kararlarını gerekse Badapeşte Savcılık Meslek etiği ilkelerinin gerekse Bangalor yargı etik kurallarının tamamen rafa kaldırıldığı bir uygulama olmuştur. 2004 yılından sonra yürürlüğe giren TCK'nın ve Yargılama kanunu ile savcılara yeni bir statü verilmiştir. Ve bu statü 2006 yılında savcı ve yargılara dağıtılan uluslararası belgelerle de zenginleştirilmiştir. Yani savcı bir iş yaparken ve yargıç bir karar verirken Nur CENTEL zehirli ok kullanmayacaklardır. Siyasi saik ile davranmayacaklardır. Politik ve konjonktürel koşullara göre hareket etmeyecektir. Farklılıklar ve müalifler için adilgetto ve adli tehcir yaratmayacaklardır. Yani objektif davranıp uluslararası hukuk kurallarına sadık kalacaklardır. Bunları uyguladıktan sonra propaganda suçu ve pro kavramı bizdeki yargı kurumlarının çok istismar ettiği olay olmuştur. Bunu AİHM kararları ile yüzlerce kez teyit edilen ihlal tespitleri nedeniyle söylüyorum. Çetin ÖZEK hocamızın 800 sayfalık basın suçu ile ilgili kitabında propagandayı (hamle ve taarruz niteliğinde taraftar kazanmak maksadıyla şiddeti ve silahlı mücadeleyi teşvik eden tipi) aranması gerekir. Olayımızda bu tanımla uyuşan zerre kadar bir emare yoktur. Bir çok AİHM kararlarında, asıl ifade özgürlüğünün anlamı zaten toplumu şok edici ve sarsıcı beyanların güvence altına alınmasına ilişkindir. Silahlı siyasi örgüt tanımının hukuk sosyalcisi ve siyaset bilimi ili uyumlu bir kavramdır. Ayrıca objektif olarak bir realite tespitidir. Terör tanımı ile ilgili başkanımın beyanlarına katılıyorum çünkü bu kavram kör ve bulanık bir kavramdır. Bilimsel bir geçerliliği yoktur. Mesela en son yaşanan kolombia devlet başkanı ile FARC liderinin tokalaşması ve anlaşmaları ile birlikte FARC artık terör örgütü olmaktan çıkarılmıştır. Ve siyasi bir örgüt olarak değerlendirilmiştir. Hükümetlerde görüş değiştirebilir, mahkemelerde yanlış kararlar verebilir. Öeğin 9. Ceza Dairesinin sayısız yanlış kararları vardır. Bu soruşturmanın sadece ifade özgürlüğüne yönelik bir tehdit soruşturması olduğunu düşünmüyoruz. Aynı zamanda savunma görevine savunmanın örgütüne yönelik bir tehdittir. Ayrıca sizde kabul edersiniz ki avukatlar yargı faaliyetinde halkların hak arama özgürlüğünün temsilcisidir. Bu tür soruşturmalar aynı zamanda hak isteyen halkların hak arama özgürlüğüne de bir tehdittir. İçinde bulunduğumuz süreç barışa en çok ihtiyaç duyduğumuz bir süreçtir. Bu tür hukuki dayanığı olmayan süreçler toplumsal gerginliğin ve savaş ortamının daha da derinleşmesine hizmet eder. Dolayısıyla hukuk ayıbından yargı pratiğini kurtarmamız gerekir. Çok eski bir baro başkanının tabiri ipe hukuk cinayeti işlememeliyiz. Bu tür soruşturmalar halkların dostluğuna da hizmet etmez. Son olarak tamamen ön yargısal olarak yakalama kararında tutuklamaya yönelik bir yönlendirme olduğunu düşünüyoruz. Tutuklamanın ön koşulları hukuk dilinde ölçülülük, görünüşte haklılık, gecikmede tehlike halinin üçününde bir arada olması gerekir. Oysa olayımıza baktığımızda görünüşte büyük bir haksızlık vardır. Dünya bile bu soruşturmaya şaşırmıştır. Büyük baroların ve uluslararası yargı kuruluşlarının gözü burdadır. Sayın başkan ne zaman çağrılırsa gelebilir ya da bulunduğu yerde ifade verebilirdi. Sözünün arkasında duran, soruşturmadan asla kaçmayacak olan, evrensel hukuk idealleri olan, insan hakları hukukunun yakın takipçisi olan bir hukukçudur. Biz sizden yeni bir hukuk ayıbı yaratmamasını talep ediyoruz. Derhal salıverilmesini ve takipsizlik kararı verilmesini talep ediyoruz dedi.

Av. Ahmet SEVİM           : Ben yukarıda sayın baro başkanı ve diğer iki meslektaşımın açıklamalarına aynen katılıyorum. Fakat bazı hususları da farklı yönlerden izah etmek istiyorum. Suça konu konuşma programına sayın başkan, Diyarbakır baro başkanı sıfatıyla çağrılmıştır. Hem şahsen hem kurumsal olarak ortaya koyduğu pratikleri ve tutumu uzun uzun izah edildi. Ben savcılıkça bu yakalama kararından önce Diyarbakır Barosunun sitesinin bir incelenmesi gerektiğini ve bugün şu an da burada anlattıklarının tamamının izinin oradaki çalışmalarda da olduğu görülecektir. Yargı mercileri inançları ile hareket etmez. Orada bir tek cümlenin bağlamından koparılarak, realiteden ve rasyoneliteden uzaklaştırılarak adeta bir inanca karşı koyuş olarak, nerdeyse bir günah olarak görülmesinin yargı kurumlarına yakışmadığını düşünüyorum. Bir baro başkanının avukatlık yasasından kaynaklanan haklarını ve diğer yasalardan kaynaklanan haklarını kullanırken resmi hizmete mahsus düşünceleri serdetmesi düşünülemez. Siyaset kurumu konjonktürden etkilenebilir. Ancak yargısal makamlar konjonktüre göre tutum olmaz, ve siyasetin rüzgarına kapılmaz. Siyasi konjonktürün bu soruşturma da apaçık bir etkisi olduğunu görüyoruz. Yargıyı bu etkiye açacak olursak suç tanımın da eylemin nitelenmesini de siyaset kurumun bırakmış oluruz. Sayın başkan kişisel olarak inanmış olduğu değerler ve bir kurumun başkanı olarak da yasadan ve ilkelerden kaynaklanan haklarını ve görevlerini kullanmış ve yerine getirmiştir. Aksine bir tutumda gerek dayandığı ahlaki ilkeler gerekse de yasadan ve evrensel değerden kaynaklanan görevlerini yapmamış olurdu. Bir baro başkanı olarak bir baro başkanına yakışacak şekilde hem yargının hem toplumun önünü açacak bir pratik sergilemiştir. Düşünce ve ifade özgürlüğü çerçevesi içerisinde çizilen özgürlük alanından istifade etmiştir. Salıverilmesini ve hakkında takipsizlik kararı verilmesini talep ediyorum.

Ceza Muhakemesi Kanununun 147 nci maddesinde yazılı hususların yerine getirilmesinden sonra tutanak okunup, ifade veren ile hazır bulunanlar tarafından imza altına alınmıştır.. 20/10/2015

 

 

 

İDRİS KURT 34405

Cumhuriyet Başsavcı Vekili

 

İLKE YEŞİLKAYA 141652

 Zabıt Kâtibi

 

TAHİR ELÇİ

 Şüpheli

 

 

 

ERCAN KANAR-15122         MEHMET EMİN AKTAR-20592            AHMET SEVİM-47533   

Vekili                                        Vekili                                                            Vekili